Pazartesi, Ocak 23, 2017

MADAM JANSET & MADAM DELBİ


MADAM JANSET & MADAM DELBİ 

NOT: Yazıda kelimeleri renklendiriyorum, sebebi ise, renkleri çok seviyorum..! Kusuruma bakmayın! 
NOT2: Yazıyı okurken Viens dans ma vie - ıslıklı versiyonu dinlemeniz şiddetle tavsiye edilir!

Eylül'e 15 kala ,
 İç huzursuzluk ve bunalımla debeleşen ben!
Öylesine buhranlı günler ki, ne içtiğim su ne de yediğim yemek boğazımdan geçiyor.. 
Limanın kenarına oturmuşum, bir yandan yıldızları seyrediyor bir yandan da denizdeki tuz'un kokusunu içime çekiyor, öteki taraftan da aklımdan yüzlerce şeyler geçiyor..
Yazın sonlarıydı, Ağustos sonu olmasına rağmen sıcak hava tenimi okşamaktan geri kalmadığı gibi  bunu fırsat bilen bendeniz'i o depresif ruh haliyle bir taşa bağımlı kıldığı bir gün..

Çantama bir kadeh ve bir şişe şarap koymuştum. Ardından şarabı usulca kadehe boşalttım.. Kulaklıkta Bill Barber'in seslendirdiği Petite Fleur çalarken, bir yandan küçük teknelerin hafifçe sallanışını izliyor, diğer yandan dalganın sesini dinliyor; ne yapmam gerektiğine, bu umutsuzluktan, kederden, bunalımdan, bu cehennemden nasıl çıkacağıma dair düşünüyordum.
 Tanrım! Sanırım 6-7 saat kadar kadar oturdum.. Şarkıysa hiç değişmemiş... Aniden bir güvercine dalıverdim.. Neydi ki onu bu kadar sakin kılan; teknenin bayrak direğinin üzerinde?
Uzunca bir süre izledikten sonra uçuverdi.. Görebildiğimce uçuşunu izledim.. 
Ardından kafamın üzerinde bir ampül beliriverdi. Sanırım hayatımdaki ilk çılgınlığım olmayacaktı fakat sabahın 3'ünde aklıma gelen ilk çılgınlık olacaktı..

Hemen telefonu elime aldım ve Skycanner'a girdim. Önüme Türkiye heryöne sekmesini açtım ve gözümü kapattım. Parmağımla bir yeri gösterdim ve gözümü açtım; Hatay!
Bir an önce bileti aldım! Hemde ertesi gün saat 11'e!  
Tanrım biliyorum bu fazla çılgınlıktı ama bana bir ipucu göndermen için o kadar dua ettim ki! Beni umursamadın Tanrım, aşk olsun!
Yanıma sadece 2 kot pantolon, 2 t-shirt, 2 iç çamaşırı ve gerekli belgeler ile bazı şeyler aldım. Para mı? Yanlış hatırlamıyorsam 200 ya da 300 TL idi.  Paraya ne gerek vardı? Sokak bizim!
Uçağa bindim.. Heyecan dorukta.. Daha önce hiç Hatay'a gitmemiştim ve bu benim için ilk olacaktı! Bir süre uyur gibi olduktan sonra, pilot uyardı! ''Hatay'a hoş geldiniz!''






Ardından, havaalanından çıktım. Ne yapmam gerektiğine dair hiçbir bilgimin olmadığı bir an! Birine soru sormaya dahi çekiniyorken, bir amca tipimden orayı bilmediğim anlaşılacak ki,
 -''Neden bakınıyorsun sağa sola çocuk! Yolunu mu kaybettin?'' diye bir soru yöneltti. Bense tedirgin bir hal ile arkama yavaşça dönüp, neredeyse çocuk gibi ağzım düğümlenerek cevap verdim.

-''Eevet, ne yapmam gerektiğini bilmiyorum''




Ardından beni Havaş denilen bir servise bindirdi. Ve İlk durağım olan Iskenderun yolculuğum başlamış oldu.  Kulaklığı takmışım, bu sefer listemde Ajda Pekkan - Viens dans ma vie çalıyor..
Başıma ne geleceğinden habersiz, ne olacağını ihtimallere bırakmış bir halde, özgürlüğüne kavuşmuş bir serçe gibi camdan dışarıyı izliyorum. Görende sanır ki 50 yıl hapis yatmış da, neler değişti, neler oldu, neler bittiğine bakıyorum sanır!
Nihayet yolculuk bitti! 

Merhaba Iskenderun! Havaş beni, AVM idi sanırım lakin ismini hatırlamıyorum, orada indirdi. Hemen telefonumu elime aldım. Kalacağım pansiyonu GPS'ten bulacaktım. Saat neredeyse akşam oluyordu. Güneş batmış, insanlar yollardan bir anda kaybolmuştu! 
Yürümeye başlayalı belki de 1 saatten fazla olmuştu. Çantama doldurduğum şaraplar yüzünden bir kaplumbağadan farkım yoktu! 
Ardından, karşımda Azrail beliriverdi! Sabahtan beri müzik dinlediğimden dolayı, şarjım %5 kalmış! O an çıldırmak üzereydim. Bir yandan korku bir yandan panik elim ayağıma dolandı. Başıma birşey gelse, buraya geldiğimden ne ailemin ne de tek bir arkadaşımın haberi vardı. Yapayalnızdım. Ve en sonda telefonun şarjı bitti. Telefon kapanmadan haritayı büyüttüm ve en azından ne tarafa doğru yürümem gerektiğini öğrendim. Ve sanırım limana kadar, her sokaktan tur ata ata yürüdüm. Yorgunluk bir yandan, panik bir yandan pansiyonun adını arıyorum tabelalarda.. Fakat hiç bir yerde bulamıyorum. 
İşin garibi ise, sokakta 1 tane insan yok! Yarım saat daha yürüdükten sonra, en sonda birinin kapısını çalmayı dahi düşündüm. Bir kişi olmaz mı koca şehirde soru soracak! Biraz daha yürüdükten sonra, yorgunluk ve moral bozukluğundan olsa gerek, bir kapının önüne oturdum ve sinirden ağlamaya başladım. Yorgunluk ve çaresizlik çok kötü bir şeymiş!

Not: Fotoğrafı, kendilerinden izin almadığımdan dolayı mozaikleştirdim.

Ardından arkamdan birisi kapıyı açmış, elini omzuma attı. Bense, o korku ve panikle havaya sıçradım. 
Karşımda 70'li yaşlarda bir nine bana dönerek:

Nine: -''Sen de kimsin? Ne arıyorsun burada?''

Ben:  - '' Şey.. Ben.. Pansiyonumu bulamıyorum. Telefonumun şarjı bitti, orayı da arayamıyorum.''
Nine:  -'' Adı neymiş oranın, de hele''
Ben:  -'' ..''
Nine:  -''Hiç duymadım...''
Ben: -''Şey.. En azından bir şarj'a taksam telefonumu? O zaman ben bulabilirim sanırım''
Nine: - Burada kapının altına inerek karşı apartmana doğru Arapça  bir şeyler söyledi bağırarak..

Bense şaşırmış bir şekilde izlemeye koyuldum. Acaba başıma ne gelecek? Şimdi işim bitti! gibi şeyler aklımdan geçmiyor değil tabi.
Ardından bir genç kadın indi. (Aşağıda fotoğrafta, fotoğrafın sol kısmında eteği görünüyor. Onu oradan kesmek zorunda kaldım çünkü, fotoğraf çektirirken bile tereddütlüydü. Koymak istemedim.)
Ve ardından 5 dakika sonra şarj aleti gelmişti. Telefonu şarja taktım ve bana dönerek:

Nine: -'' Aç mısın evladım''
Bense, kurt gibi açım, bıraksan seni bile yerim nine! Ne diyosun sen ya! demek istesem de:

Ben: -''Biraz açım, idare ederim ben teşekkür ederim'' demekle yetinsemde, o nuryüzlü nine bir ıslık çalarak bütün mahalleyi inletti.
Bir yandan kadınlar gelirken, diğer yandan mahalledeki yaşıtlarımdan 1-2 kişi gelmeye başladı. Ne olduğuna anlam verememiştim. Gecenin 12'sinde neydi bu olanlar?
Ev ara sokakta, eski türde binaların, çıkmaz sokağın solunda idi. Evin kapısından merdivenlere doğru çiçekleri süzülen, eski tip demirden parmaklıklarla çevrili bir evdi.
Birde sokağın ortasında soba benzeri bir şey indirdiler. Ve aradan 15-20 dakika geçti, olanları ancak anlayabildim! (Arapça konuştukları için hiç anlayamamıştım)
Bu kadar insan bana börek, çörek yapmak için gecenin 12'sinde toplandılar!
Tanrım! Kendimi o kadar şanslı ve değişik hissettim ki, bir insan bu duyguları hayatında kaç kez yaşar?
Yaşlı teyze hristiyan bir Arap idi. Adı Janset'miş. Diğer teyze ise, sanıyorum ki Arap ve Yunan kökenli hristiyan Delbi idi. Çok şaşırmıştım. Çünkü orada o an, Hristiyan Arap madam Janset & Delbi varken aynı zamanda bana şarj'ı getiren, Suriyedeki savaştan kaçıp gelmiş müslüman Arap Faddima ve kizi İbtissima vardı. Bu tablo beni çok etkilemişti. 

Neyse ki, teşekkür ederek oradan ayrılmak zorunda kaldım. Pansiyonumu zar zor da olsa buldum.



 Ve sabah oldu. Yanlış hatırlamıyorsam limana doğru giden yola idi, bir kilise vardı. Kilisenin kapısına yaşlı bir amca bastonuyla vuruyor, küfürler ve tehditler savuruyordu. Anlam verememiştim ama bu hiç hoşuma gitmemişti.

Ben: ''Amca! Neden küfredip bağırıyorsun? Hiç utanman yok mu?''
Amca: ''De siktir git buradan!'' diye de terslemekten geri kalmadı. Yaklaşık yarım saat konuştuktan sonra uzaklaştırdım oradan. Ardından Kilisenin siyah demir kapısı açıldı. Arkadan bir papaz amca gel diye işaret yaptı. Bende yanında gittim. Neden burada olduğuma dair, ne yaptığım, nereden geldiğime dair konuştuk. Bana davranışımdan ötürü teşekkür etti. 
Daha sonra ben ona sorular sorarken tesadüfler zincirinin ilk halkasına da adım atmış oldum. Papaz efendi olan George, Janet ablanın eşi çıktı! 
Biraz konuştuktan sonra ayrıldık. 

NOT2: Mekan konusunda yanılmış olabilirim, üzerinden epeyi geçti.

Ardından sanıyorum Antakya'ya gittim. Burada şirin mi şirin bir bar buldum. Barın sahibi bir Süryani teyzeydi. İsmini ne yazık ki hatırlayamıyorum. Fotoğrafını çekmek aklıma bile gelmedi. Biraz tontiş, biraz ponçik, sarışın bir meleğe benziyordu. Sanıyorum ki, 70'inde vardı en az. Mekan pek müşteri olmaması beni çok şaşırtmıştı. Sebebi ise, mekanın çok güzel oluşu idi. Böylesine naif bir mekanda nasıl olur da hiç müşteri olmaz? Her yer rengarenge boyanmış kapıları tahtadan, masaları ege usulünde dizilmiş bir yer hayal edin. Arkadan da hafif müzikte 60&80 arası müzikler çalıyor.
Az sonra muhabbete giriştik. Bana Süryani şarabını denememi, denemeden buradan ayrılmamamı tavsiye etti. Ve kendi elleriyle bir şarap döküverdi kadehime. Tanrım! Bir şarap ancak bu kadar yakışıklı olabilirdi! Hayatımda tattığım en güzel şarap idi! Ardından kısa bir muhabbetin ardından, eşini sordum. Biraz mırıldandıktan sonra eşinin olmadığını söyledi. Tabi ki de hiç inanmadım! Bu kadar şeker bir kadının nasıl olur da eşi olmaz! Muhabbetin sonunda, çok hafiften olan Feminen tavırlarımdan olsa gerek kendinde cesaret buldu ve devam etti.

Teyze: -'' Şu mavi kapının oradaki resmi görüyor musun?''
Ben: -'' Evet, görüyorum'' (Resim, çok güzel bir kadının karakalem çalışmasıydı)
Teyze: - '' İşte.. işte.. öyle..''
Ben: -'' Nasıl yani anlamadım?''
Teyze: -'' İşte o benim eşimdi..''

Ay ben şok! Kadın, başka bir kadının eşiymiş! 

Ve konuşma devam etti.
Ben: -'' Anladım peki, nerede şuan da?''
Teyze: '' O gitti''
Ben: -'' Nasıl yani?' (İçimden, portresini karakalem ile çizip kapısına asan kadın nasıl terkedilir ya diye bağırıyorum)
Teyze: ''O uzun zaman önce vefat etti'' demesinden sonra gözlerim doldu.. -tabi ki şarabın etkisi bunda çok fazla, farketmeden 3. kadehe bile geçmişiz-

Araya bir soğukluk girdi.. O boş sokağın sokaklarında, bumbuz bir yel esiverdi.. Yüzündeki kırışıklıklarda kayboldum, ellerindeki yaşlılığın verdiği detaylarda benliğimi unuttum. Utancımdan, mahcubiyetimden masadaki örtünün desenlerini incelemeye başladım.. Bu kadın kim bilir kaç yıldır ölümünün arkasından yas tutuyor... 
Birlikte açmışlar o yeri.. Yıllar önce.. Müşterinin neden olmadığının anlaşılması uzun vaktimi almadı.. Çünkü orası bir bar değildi artık.. Bar zannedip girense bendim.. Çok uzun zaman önce kapatmış, sadece oradaki gençlerin uğrak yeri olmuş, gelen birkaç kişiye Şarap veriyormuş uzun zamandır.. Böylece geçimini sağlıyormuş..  Aslında dışarıdan bakılınca dahi bar olduğunu anlamak imkansız idi. Nedeni ise mekanın duvarlarının 2 metre yükseklikte olmasıydı. Ne bir tabela ne bir şey. Sokakta sormasam, oturabileceğim bir yer var mı diye, burayı bulmam imkansızdı.
Bir kaç saat daha muhabbet ettikten sonra ayrıldım oradan.. Ayrılırken içimde hem hüzün, hem duygusallık, hem mutluluk, hem sadakat duyguları uçuşuyordu..
Neydi sadakat? 

Ölmesinden o kadar yıl geçmesine rağmen, yatağı ilk gün ki gibi bırakmak mı? Son dokunduğu bardağı yıllar geçse de yıkamamak mıydı? 
Yoksa son giydiği eşyaları koklamak mıydı? Yoksa o portrenin karşısında saatlerce oturup izlemek miydi? 
Sadakati, o gün kendi gözlerimle gördüm..
Mutluyum,
umutluyum..

İyi ki tanımışım sizleri güzel insanlar.. 
İyi ki, o güvercin bana harita oldu..
İyi ki,
iyi ki..






İyi günler dilerim!



0 yorum:

Yorum Gönder